Mitera 1905, Mehtap Süner Susuzlu'nun bir hayaliydi. İclal Aydın, bu hayalin içine uzanıp Mitera'nın sesi oluyor. Bu sımsıcak hikayeyi, Gazete Oksijen'den paylaşıyoruz...
İki zamanlı eğitim yıllarında liseyi sabahçı olarak okudum. İlk saatler genellikle matematik, fizik dersleri olurdu ve benim gibi edebiyat bölümü öğrencileri için o dersler bitmek bilmezdi. Hele ki o son 15 dakika. Dakikaların o yaşlarda asla ilerlemediğine yemin edebilirim. Biz arka sıradaki hayalcilerden sayısal başarı beklentisi olmayan öğretmenler sabah mahmurluğu ve belki de şartların yorgunluğu içinde en ön sıradaki çalışkanlarla problemleri çözerdi. Bense sıra arkadaşlarımla bir kahvaltı hayali kurardım. Kalorifer, Ankara Yenimahalle evlerinde o vakit yaygın değildi. Okula yürüyerek gider gelir ve Ankara ayazında çok üşürdük. Annem çalışan bir anne olduğu için okul dönüşü evinde soba yanan çocuklara çok imrenirdim. Bu yüzden bütün kış hayallerimde sobayı sihirli bir el biz uyanmadan yakmış olurdu. Arkadaşlarımın yutkunarak dinledikleri kahvaltı hayallerimde sobanın üzerinde ters çevrilmiş bir demir maşa, maşanın üzerinde kızaran ekmek dilimleri başroldeydi daima. Eşlikçileri vişne reçeli, beyaz peynir ve tereyağı hayalimin vazgeçilmezleriydi. Ha bir de zeytin. Kahvaltı yaparken ödev mödev sıkıntısı olmamalıydı. Dışarıda kar yağsın, valilik belirsiz bir tarihe kadar okulları tatil etmiş olsun filan... Ben anlatırken kar yağmaya başlardı. Hayatım boyunca beni baskı altına alan sıkıntılı anların içinden hep bir sonraki adımı düşünüp hayal ederek geçmeye çalıştım ve geçtim. “Şimdi beni üzen, geren, ağır gelen bu şey yarın olmayacak. Bir sonraki hafta yok. Bunların hepsi anı olacak.” Bu cümleler bana bir başkası tarafından öğretilmiş değildi. Nasıl oldu da böyle oldu, bilmiyorum ama geleceği hayal etmek bana hep dayanma gücü verdi. Bir süre sonra da dönüp ardıma baktığımda o hayallerin gerçekleştiğini gördüm. Farkında olmadan içinden geçerek yaşıyordum hepsinin. Büyük büyük ihtiraslar değil sözünü ettiğim. Günün, gündemin sıkıntılarını devirmeye yetecek şeyler. Mesela şimdi siz bu satırları okuyanlar lisede sınıf arkadaşım olsaydınız şöyle şeyler söylerdim: “Şimdi evdeyiz ya. Bu geçecek. Bu yaz, bir sonraki yaz bu sıkıntı olmayacak. Arkamızda kalacak. Vay be, diyeceğiz. Nasıl kaldık o kadar hafta bir evin içinde? Gerçekten bak! Sen hiç geçmeyen zaman gördün mü?”
Sınıf arkadaşım değilsiniz ama eski bir okurumsanız ya da ilk kez burada tanışıyorsak bile bu eski baş etme-dayanma yolumu sizinle paylaşmak istiyorum bugün. Birlikte hayal kuralım haydi... Sıcak, çok sıcak bir yaz günü düşünün. Urla'dasınız. Sarı güneş taş duvarlı eski kasaba evlerinin tepesinde yanıyor. Dar sokaklardan o evlerin gölgesine sığınarak yürüyorsunuz. Küçük bir çıkmaz sokağın sonunda mavi boyalı pencereleri ve kapısı ile Mitera 1905 karşınızda! Kapının üzerindeki kadın eli formundaki eski tokmakla geldiğinizi haber veriyorsunuz. Tak tak tak... Kapı açılıyor ve güler yüzlü, beyaz keten önlüklü bir hanım sizi 100 yıl öncenin bir öğleden sonrasına alıyor. Soluğunuzu tutup girin. Birazdan bir başka hayatı algılayacaksınız. Sıcak kasaba sokaklarından geçerken terlediniz, susadınız ve yoruldunuz. Ama şimdi serin küçük bir koridordasınız. Karşınızda düş gibi ışıklı bir mutfak var. Güneş büyük pencere önündeki raflara dizili kristal bardaklara, sürahilere vuruyor ve onlarda yansıyan ışık size kadar ulaşıyor. Sağ tarafınızda eski bir soba, sol tarafınızda bir yemek odası var. Belki de bu gece yağmur veriyor hava raporları. Akşam yemeğinizi Mehtap Hanım ve mutfak ekibi bu küçük salonda hazırlayacak. Şu antika masanın üzerinde yıllar içinde Ege’nin çeşit çeşit kasabasından toplanmış, adeta birer mücevher olan, her biri bir diğerinden farklı ama bir diğeriyle aşkla eşleşen tabaklar, bardaklar ve gümüş çatal bıçaklarla bezeli masal gibi bir sofrada yemek yiyeceksiniz. Urla’nın en taze, temiz ürünleri ile hazırlanmış ev yemekleri olacak masada. Yemekten sonra pencereden içeri dolan yaz yağmurunun kokusunu içinize çekerken incecik fincanlarda kahvenizi ve küçük likör bardaklarında Mehtap Hanım’ın kendi eliyle hazırladığı ıtır likörünü içeceksiniz. Duvardaki aynalar, lambalar, şamdanları izlerken belki de ev dile gelecek ve size kendi hikâyesini anlatacak. “Ben” diyecek, “Eski bir Rum eviydim. Buranın zengin bir kuyumcusu yaptırmıştı beni. 1901 yılıydı. 4 yıl sürdü yapımım. 1905’te bittim. Çok hayallerle yaptırdılar beni ama birlikte çok yaşayamadık. Mübadele ile gittiler buralardan. Uzun zaman kimse gelmedi. Bir vakit geçti. Urla yerlisi Türk bir aile yerleşti. Mutlu olmuştum onlar geldiğinde. Nitekim evler içinde yaşayanlar oldukça can bulurlar. Ama bir gün onlar da gitti. Başıma gelenlere inanamadım. 40 yıl yalnız kaldım. Sonra duvarlarım yıkıldı. Bahçem harap oldu. Çok uzun bir zaman kimsesizliğimin üzerine yağmurlar, karlar yağdı, fırtınalar geldi geçti. Derken bir gün, 2014 yılında Mehtap Hanım çıkageldi. Seramik yapıyormuş o gün. Üzerinde önlüğü duruyordu. Elleri bile çamur içindeydi. O elleri görünce ben onu anladım, o da beni... Perişan bir haldeydim. Yıkıntılarımın arasında dolaşırken mutfağımın kırık penceresinin önündeki turunç ağacını ve bir zamanlar güzel yemeklerin yapıldığı yıkık taş fırınımı görünce gözleri doldu. O günlerde bir roman yazıyormuş. Niko isimli bir gençle annesinin yaptığı yemekler benimki gibi bir mutfakta, böyle bir turunç ağacının altında pişiyormuş. ‘Bu benim hayalimdeki mutfak ve ağaç. Bu bir işaret!’ diye fısıldadı. İşte, dedim o an. Kader arkadaşım burada. Şimdi her şeye yeniden başlıyoruz. Çok uğraştı benimle. Deli işi dediler, olmadık zorluklar çıktı, yılar belki dediler ama o direndi. Sabırla iyileştirdi beni. Mimar Didem Hanım’la uzun uzun konuştular. Sonra bire bir eski halimi çizdi Didem Hanım. Mehtap Hanım ustalarla birlikte çalıştı. Molozları süpürdü, çuvallara doldurdu. Elleri ile taşlarımı yeniden temizledi. Ustalar şaşırıyordu ama ben onu her gün daha çok seviyordum. Ruhumu bana yeniden teslim etmek, iki kızına ve gençlere yaşadıklarımı anlatmak için o kadar uğraştı ki ben de onun sabrına, emeğine ve inancına karşılık verdim. Onu hep şaşırttım. Şu merdiven altındaki gömülü küpleri ona gösterdiğim gün çok sevindi. Orası şimdi onun çalışma köşesi. Güzel ama değil mi? Yeni kitaplarını yazması için ona gereken huzuru vermek benim için çok önemli. O yüzden ikimizi anlayan misafirlerimiz olsun istiyoruz. Çünkü her şeyimi ama her şeyimi günler gecelerce uykusuz kalarak o ve küçük bir ekip yaptı. ‘Mutfağında her şey eskisi gibi olacak, eski zarif sofralar yeniden kurulacak’ diyordu. Şimdi iki tane yatak odam var. Kitabı ‘Şimdi Evimdeyim’ ki tüm eşyaları burada odalarımda, koridorlarımda görebilirsiniz. Pencerelerimdeki delik işi perdeleri taktı, yatak örtülerimi, banyolarımdaki o seramikleri, sabunluklarımı, sandalyelerimi, koltuklarımı tek tek özenle yerleştirdi. Sonra mutfağımız... Ah, mutfağımız. Yemekler pişmeye başladı ve ben kendimi eskisi gibi çok mutlu hissettim. Canım Mehtap Hanım hem becerikli hem bilgilidir. Tam 116 yaşımdayım; onunla beraber öğreneceğim bu kadar çok şey olduğunu bilmezdim.
‘Nesneler üzerindeki eylem yaşanmış alanların inşasına katkıda bulunur. Gitmek yani taşınmak gerektiğinde duygular da kutulanır. Yeni mekânda o duygular kutudan çıkar. Dolayısıyla kalemi dost bilen eller için mekân değiştirmek edebiyata yürüyen yol gibidir. Ev dediğin düşlere dalmayı barındırır. Hepimizde derin izler bırakan değerler düşe dalmaya aittir. Bu mutfakta edebiyat yemekleri de pişecek’ dedi. Pişirdi de. Ama ne şairler, müzisyenler, tarihçiler, arkeologlar geldi bu mutfağa, bahçeye. Hangi yazarın mutfağında hangi yemekler varmış; hem yemek yediler hem konuştular. Sonra o yemekler de menüye ilave edildi. Ben de bütün o güzel kokuları içime çektim. Mesela Marcel Proust’un vişneli mekik kekinin kokusunu çok sevdim. Öğleden sonraları onu pişirdiler mi mest olurum. O güzelim badem kokusunu odalarımın içinde gezdirmeye bayılırım. Bahçemdeki eriklerden kahvaltıya çıkarmak için reçeller yapar. Sarı erik ağacımdan yaptığı anasonlu reçeli yemeyi, şu yaşlı nar ağacımın ekşi sosunu tatmayı unutmayın. En sevdiğim vakitler hangileri derseniz… Kapıdan girenlerin benimle ilgili ilk konuşmalarını duyduğum anlar, yaz sabahları bahçede kahvaltı edenlerin ağaçlarımıza, çay takımlarımıza, Mehtap Hanım ve ekibinin kurduğu türlü çeşit sofraya duydukları hayranlığı dile getirdikleri anlar, davetli sanatçıların şahane sohbetlerini dinlediğim anlar... Sonra çaya, kahveye gelenlerin erik dallarım altında mutluluğun fotoğrafını çektikleri, örtülerimize, pencerelerimize, begonvillerimize âşık oldukları öğleden sonraları. Urla’nın ‘eski şehir’ denilen kısmının ortasından akan Akpınar deresi Türk ve Rum mahallelerini ikiye ayırırdı eskiden. Ben eski Fardi Sokak’a yakın Rum mahallesindeyim. Mehtap Hanım şimdi eski Türk mahallesinde, 1886 doğumlu eski bir Osmanlı evini hayata döndürüyor. O da benim gibi küçük bir otel olacak. Onu da çok sevecek insanlar, biliyorum. Mehtap Hanım bizi çok seviyor ama kendisi Yağcılar köyünde yaşıyor. Burada yediğiniz o güzel enginarlar, otlar, hepsi köyünden kendi ekimini yapıp takip ettiği temiz tarımın ürünleri. Mehtap Hanım aslında kimya mühendisi. Yo, hayır, müzisyen, piyanist ve yazar. Aslında hepsi birden. Annesini kaybettikten sonra piyanoyu bırakmış. Onun ölümü çok şeyi değiştirmiş kalbinde. Onu bunca kayıp yaşadıktan sonra en iyi ben anlarım. 40 yaşından sonra hayatı değişmiş. Değişir. Benim 100 yaşımdan sonra değişti. Hiçbir değişim ve gelişim için geç kalınmış değildir. Bakın bunu samimiyetle söylüyorum. Benim adım Mitera da Rumca ‘anne’ demek, biliyor musunuz? Mehtap Hanım, İzmir ve Ayvalık arasında büyümüş. Ama asıl çocukluğu Bodrum yapımı 16 metrelik bir teknede geçmiş. Denizle içli dışlı olmuş hep yani. Ege’nin adaları bir kuş gibi konduğu topraklar olmuş. Öğrenmeye çok meraklı biridir. Profesyonel çikolata yapmayı, dünya mutfaklarını, seramik-heykel yapmayı da öğrenmiş. Sonra yemek üzerine kurgu hikâyeler yazmış. Kitaplar çıkarmış. ‘Hayallerim gövde buldu. Şimdi denize, ait olduğum yere dönmek zamanı. Urla bana çok cömert davrandı, ben de ona armağanlar vermek istedim. Verdim de galiba’ diyor. Bizi tamamen bırakamaz ama daha çok dinlenecekse denizde vakit geçirsin tabii. Ben daha çok yazmasını isterim. Hem de çok isterim. Fakat misafirler onunla sohbet de etsin, o yüzden hep burada yanımda olsun da istiyorum. Her gelene tatlı tatlı hikâyemizi anlatsın. Buraya onun gibi, yitik bir zamanın peşine düşenler gelsin. Benim duvarlarıma, anılarıma sizin gibi yeni anılar katacaklar gelsin. Topik, midyeli lahana sarma, krem karamel yemeyi unutmayın.” Nasıl? İşte Mitera 1905 ve bir hayalin peşinden gidip onu yeniden ayağa kaldıran Mehtap Süner Susuzlu’nun hikâyesi böyle. Urla’da taş duvarların ardındaki o saklı bahçede, erikle dolu dalların altında bir sade kahve, bir vişneli mekik ve ıtırlı liköre var mısınız? Hayal kurmak iyidir. Umduğumuzdan daha da iyi geçebilecek bir yaz hayali kime ne zarar verir ki?
* Yazının orijinal kaynağına buradan ulaşabilirsiniz. [Gazete Oksijen - 07.05.2021]]